Mayıs 03 2021 0Yorum

İNOVASYON

Şu İnovasyon Dedikleri?

İnovasyon, Türkçe karşılığıyla “yenileşim”, kısaca “fayda ve katma değer yaratan yenilik” olarak tanımlanabilir.  Bu tanımdan çıkartılacak en önemli  mesaj, her türlü yeniliğin,  değişimin, yaratıcı fikrin, icadın ya da patentin her zaman inovasyon olmadığıdır. Bir yeniliğin ya da yaratıcı fikrin inovasyona dönüşebilmesi için, mutlaka “değer yaratır” hale gelmesi gerekmektedir.  Bu tanımdaki fayda ve katma değer kavramları, uluslararası literatürde ve günlük kullanımda çoğunlukla “ticari katma değer”, “ekonomik fayda ve kazanç” olarak algılanmakta ve “yeniliğin pazarlanabilirliği” inovasyonun gerek ve yeter şartı olarak  düşünülmekteyse de, bir inovasyonun değeri sadece getirmiş olduğu ticari kazanç ile değil, aynı zamanda  yaratmış olduğu toplumsal katma değer ve fayda ile de ölçülmelidir. Unutulmamalıdır ki; son yılların en ” moda kavramlarından ikisi olan “inovasyon” ve “yaratıcı düşünme” birer “araçtır”. Asıl amaç daha iyi bir yaşama, daha iyi koşullara, toplumsal ve ekonomik olarak daha iyi bir dünyaya kavuşabilmektir. Yeniliğin, yenilemenin, yenilenmenin, bizim daha yaşanabilir bir dünyaya ulaştırmıyorsa, değeri sadece ticaridir ve bu da insani değildir.

İnovasyon kavramı hakkında ilgili literatürde birçok farklı tanıma ve sınıflandırmaya rastlamak mümkündür. Kavramın uluslararası çalışmalarda ortak bir anlamda ele alınması ve inovasyonla ilgili veri toplama çalışmalarının belli standart tanımlamalara ve ölçütlere dayandırılması amacıyla, OECD tarafından hazırlanmış olan Oslo Kılavuzu (Oslo Manuel) önemli bir referans kaynağıdır. İlk olarak 1992 yılında hazırlanan, düzeltmeler ve eklemelerle beraber son basımı ise 2005 yılında yapılan Oslo Kılavuzu’nda inovasyon “işletme içi uygulamalarda, işyeri organizasyonunda veya dış ilişkilerde yeni veya önemli derecede iyileştirilmiş bir ürün (mal veya hizmet), veya süreç, yeni bir pazarlama yöntemi ya da yeni bir organizasyonel yöntemin gerçekleştirilmesi” olarak tanımlanmıştır.

Hangi İnovasyon?

Oslo Kılavuzu’nun tanımına göre, inovasyon sadece imalat sektörüyle ilişkili değildir. Aynı zamanda hizmet sektöründe de inovasyonlar geliştirmek mümkündür. İnovasyon sadece ürün ya da hizmetle de ilişkili değildir, aynı zamanda onların üretim süreçleri, pazarlama yöntemleri ve tüm bu süreçlerin organizasyon yapılarıyla da alakalı olabilir. Yine bu tanıma göre; bir inovasyonun her zaman tüm dünya için yepyeni bir ürün, hizmet ya da yöntem olmasına da gerek yoktur. Mevcut ürün, hizmet, süreç ve yöntemlerin katma değer yaratacak şekilde önemli ölçüde iyileştirilmeleri de inovasyon tanımına girmektedir.

Özetlemek gerekirse, inovasyon yapıldığı alana göre; “ürün / hizmet inovasyonu”, “süreç inovasyonu”, “pazarlama inovasyonu” ve “organizasyonel inovasyon”, yeniliğin derecesine göre; “radikal (devrimsel)” ve “adımsal (evrimsel) inovasyon”, yeniliğin ölçeğine göre de; “şirket içi inovasyon”, “sektör içi inovasyon”, “ülke içi inovasyon” ve “dünya için inovasyon” olarak sınıflandırılabilir. Son yıllarda bu sınıflandırmaya çok önemli başka bir inovasyon türü eklenmiştir. Bu da “tamamen yeni ya da önemli derecede iyileştirilmiş bir iş modeli yeniliğine” işaret eden “iş modeli inovasyonudur”. İş modeli inovasyonunda “tedarikçilerle, müşterilerle, ortaklarla oluşturulacak yeni bir üretim, pazarlama ya da işbirliği modeli, yeni bir fiyatlandırma veya gelir modeli yaklaşımı” geliştirilmesi esastır.

İnovasyon Yeni Bir Kavram mı?

2000’lerin ortalarından bu yana ülkemizde iş dünyasının en popüler kavramlarından biri haline gelen “inovasyon”, aslında hiç de yeni bir kavram değildir. İnsanoğlu varoluşundan bu yana hayatta kalmasını, gelişimini ve ilerlemesini içinde bulunduğu koşullara ve tecrübe ettiği sorunlara en uygun yöntemleri geliştirmeye ve bu çözümleri değişken koşullara uygun olarak sürekli yenilemeye borçludur. Değişmek, yenilemek, yenilenmek, evrilmek, sürekli daha iyiyi aramak, farklılaşmaya çalışmak insanın doğasında ve evrenin döngüsünde milyonlarca yıldır var olan kavramlardır.

İnovasyon kavramının ekonomistler, stratejistler ve iş dünyası tarafından keşfi ise rekabetin hızla arttığı, küreselleştiği ve “hayatta kalmanın” zorlaştığı 1990’ların başlarına dayanır.  Hem yerel hem de çok uluslu şirketlerin rekabet avantajı sağlamak, hızlı bir şekilde değişen müşteri beklentilerini ve taleplerini sürekli olarak karşılayabilmek, sayısı hızla artan alternatif ürünler ve rakipler arasında farklılaşabilmek, bir yandan da üretim maliyetlerini azaltarak ve ürün bedellerini yükselterek verimlilik artışı sağlamak yönündeki eğilimleri ve artan ihtiyaçları, bu kavramın öneminin günden güne artmasını sağlamıştır. Gelişmiş ülkelerde inovasyon kavramı uzun yıllardır sistematik olarak ele alınmakta, ulusal bilim, teknoloji ve inovasyon politikaları geliştirilmekte, ulusal inovasyon sistemleri tanımlanmakta, devletler ulusal inovasyon politikalarının, hedeflerinin ve stratejilerinin tanımlanmasında, destek ve işbirliği mekanizmalarının geliştirilmesinde ve değerlendirilmesinde, özel sektör ve üniversiteler arasındaki işbirliğinin geliştirilmesi gibi süreçlerde etkin rol oynamaktadır.

“İnovasyon” kavramı henüz tam olarak anlaşılamasa ve benimsenemese de, özellikle son 5-6 yıllık süreçte hızla popülerleşmiştir. Günümüzde birçok üniversitede, birçok farklı bölümde bu konuda yeni dersler açılmakta, iş dünyasında düzenlenen seminer ve konferansların başlığında “inovasyon” sözcüğü sıklıkla geçmekte, iş dünyasında da sayıları hızla artan şirketler bu alanda danışmanlık ve eğitim hizmeti almaya ve çalışanlarını bu konudaki konferans ve seminerlere göndermeye başlamaktadır. O halde şu temel sorunun sorulması uygun olacaktır; “neden inovasyonu konuşuyoruz?”

Neden İnovasyonu Konuşuyoruz?

İnovasyonun ekonomik büyüme, rekabetçilik ve kalkınma ile ilişkisi de yeni değildir. Tarih boyunca yüksek katma değer yaratan bilimsel ve teknolojik yenilikleri geliştirmeyi ve uygulamayı başarmış ülkelerin ve şirketlerin rekabetçiliklerini önemli ölçüde yükselttikleri görülmektedir. 1. Sanayi Devrimi’nde Büyük Britanya’nın buhar makinesi teknolojisini geliştirmesinin ardından hızla ilerleyen sanayileşme sürecinin, ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasında askeri teknolojilerin ve yeniliklerin ticarileştirilmesi ile kazandığı ve daha sonra özellikle bilişim sektöründe ve Silikon Vadisi’nde geliştirdiği yenilikler ile güçlendirdiği rekabetçiliğin, yine 2. Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın hızlı sanayileşmesinin ve büyüyen ekonomisinin, 1990’ların başında Japonya’nın, 2000’lerden itibarense Güney Kore’nin özellikle otomotiv ve elektronik sektörlerinde elde ettiği başarının, 1990’ların ortalarından itibaren İsveç ve Finlandiya gibi İskandinav ülkelerinin telekomünikasyon sektöründe elde ettiği rekabetçiliğin temelinde bilimsel ve teknolojik bilgi birikimi, bu bilgi birikiminin yeni ürünlere dönüştürülmesi ve ticarileştirilmesi yatmaktadır.

Aynı şekilde, tarih boyunca IBM, HP, Sony, Mercedes Benz, VW, IKEA, Microsoft gibi küresel markaların rekabetçiliklerinin arkasında da inovasyon kapasiteleri yatmaktadır. Son yıllarda Apple, Amazon, E-Bay, Facebook, Google, Twitter, Instagram gibi şirketlerin hızlı yükselişlerinin arkasında da yenilikçileri yatmaktadır. Çarpıcı olan başka bir gerçek de, Nokia, Kodak gibi firmaların yükseliş dönemlerindeki başarılarının teknolojik yenilikler ile, düşüş dönemlerindeki başarısızlıklarının ise rakiplerinin yeniliklerine cevap vermedeki gecikmeleri ve yetersizlikleri ile açıklanabileceğidir. Buradan çıkartılması gereken çok önemli bir ders, inovasyona dayalı rekabet gücünün ancak sürekli ve sürdürülebilir şekilde yenilikçiliği destekleyici bir strateji, organizasyon kültürü ve yapısı ile mümkün olabileceğidir. Geliştirilmiş olan herhangi bir yenilik çok kısa bir süre sonra eskiyebilir, rakipler tarafından taklit edilebilir, ya da yine rakipler tarafından çok daha iyi bir çözüm geliştirilebilir. Dolayısıyla yenilikçi şirketlerin durup dinlenme, mevcut yeniliklerinin rehavetine kapılma şansları yoktur. Bu alanın ünlü düşünürlerinden Christopher Freeman 1982 yılında söylediği gibi, “inovasyon yapmayan ölür”.

Ülkemiz İçin İnovasyon Neden Önemli?

1960’larden itibaren temelleri atılmaya başlamış, çoğunlukla düşük teknolojili ürünleri “yaparak öğrenmiş”, “montaj sanayi” olarak adlandırılmış sanayimiz, 1960-1980 arası dönemi “ithal ikameci sanayileşme stratejisi” ile geçirmişti. Bunun anlamı; yurtdışından ithal edilen her ürünün, yurtiçinde üretiminin ve ikamesinin (alternatifinin)  sağlanması, yerli üreticinin ithal mallara uygulanan yüksek gümrük vergileri ile korunması, yani rekabet avantajı sağlaması ve bu süreçte üretim gücünü arttırmasının özendirilmesi idi. Bu yıllar tüketici olarak bizlerin de sınırlı sayıda ürün seçeneğine / alternatifine sahip olduğumuz, öte yandan “yerli sanayinin” gelişimi için “yerli malı tüketiminin” önemsendiği ve özendirildiği bir dönemdi.

Türkiye ekonomisinin “kapalı ekonomiden”, “dışa açık” ve “serbest piyasa ekonomisine” geçiş yaptığı 24 Ocak 1980 kararları sonrasında ve 1980’lerin sonlarından itibaren hem ülkemizde hem de dünya genelinde yaygınlaşmaya başlayan “liberalleşme” ve “küreselleşme” eğilimlerinin de bir sonucu olarak önemli bir değişim / dönüşüm rüzgarı esmeye başlamıştı. Bu rüzgar ülkemiz sanayicisi için en büyük etkisini 1990’ların ortalarında gösterdi.

O yıllara kadar gümrük duvarları sayesinde uluslararası rekabete kısmen daha “korunaklı” olan ekonomik yapı, 1994 yılında alınan Gümrük Birliği’ne dahil olma kararı ve bu kararın 1995 yılında uygulamaya geçmesiyle beraber yerini çok daha yoğun ve küreselleşmiş rekabete, çok uluslu rakip şirketlere ve çok geniş bir yelpazedeki ithal ürünlere bırakmıştı. Sanayicinin çok da hazır olmadan “kendisini içinde bulduğu” bu yeni rekabetçi yapıda, tüketicinin ihtiyacına cevap verecek, daha yüksek kaliteli ve fiyat avantajına sahip seçeneklerin sayısı hızlı bir şekilde artıvermiş ve yerli üretici o yıllara kadar sahip olduğu “alternatifsizlik” konforunu hızlı bir şekilde yitirmişti. Tüketicinin seçenekleri artık Türkiye’de üretilen, göreceli olarak eskimiş teknolojiye dayanan ve düşük kaliteli ürünler; otomobiller, beyaz eşyalar, elektronik eşyalar ile sınırlı kalmak durumunda değildi. Tüm bu ürünlerin ithal rakipleri daha yeni teknolojiyi, daha yüksek kalitede tüketiciye sunabilmekteydi.

İşte bu dönemde Türk sanayicisi için iki alternatif yol ortaya çıkmıştı; ya mevcut rekabetçilik gücüyle bu yoğun küresel rekabete boyun eğecek ve “yok olacak”, ya da kendi rekabet gücünü hızla yenileyerek küresel rakipleriyle baş edebilir hale gelecekti. Bunun tek yolu da radikal bir değişimi, “dönüşümü”, yani “kalite dönüşümünü” tecrübe edebilmekti.

Gümrük Birliği’ne girmiş olduğumuz 1995 yılından itibaren sanayinin farklı kollarındaki, küçük-büyük tüm işletmeler arasından kalite dönüşümünü hızlı ve sistemli bir şekilde yaşayamayanlar rekabet güçlerini ve pazar paylarını hızlı bir şekilde yitirdiler ve birçoğu piyasadan silindiler. Kalite dönüşümünü yaşayabilen, üretim süreçlerini ve verimliliklerini arttırabilen işletmelerse yollarına devam ettiler. İşte bu dönemde “dönüşümü başarabilmiş” işletmelerdeki beyaz yakalılara “iş dünyasında en sık rastladığınız kavramlar nedir” diye sorsanız, alacağınız cevaplar büyük ihtimalle; tüm ürün ve üretim süreçlerinin adımlarında kalitenin artması anlamına gelen “toplam kalite yönetimi”, tüm çalışanların ürün ve üretim süreçlerini iyileştirmeye katkı yapması anlamına gelen “kalite çemberleri” ve stok maliyetlerini azaltmayı, talebe göre üretim süreçlerini planlamayı simgeleyen “tam zamanında üretim / teslimat” kavramları olurdu.

Bu kavramlar, aslen 1970’lerde Japonya’da ve özellikle de “Toyota Motor Corporation” firmasında “Fordist” üretim modeline alternatif olarak ortaya çıkmış yeni bir üretim, yönetim ve organizasyon modelinin temel ilkelerini oluşturmaktaydı. Montaj hattındaki her işçinin rutin olarak kendi tanımlanmış görevini yerine getirdiği Fordist üretim modeline alternatif olarak, Toyota modelinde tüm beyaz ve mavi yakalıların ürün geliştirme ve üretim süreçlerine aktif olarak dahil olması, üretim süreçlerinin her bir adımının yalınlaştırılarak gereksiz maliyetlerin ortadan kaldırılması ve toplam kalite ile verimliliğin yükseltilmesi amaçlanmaktaydı. 1970’li yıllardan itibaren Japonya ekonomisindeki dikkat çekici büyüme ve Japon ürünlerinin “düşük fiyatlı ve düşük kaliteli” imajından sıyrılarak “yüksek teknolojili ve yüksek kaliteli” ürünlere dönüşümü, özellikle ABD şirketlerinin de dikkatini çekmiş ve Toyota modeli farklı sektörlerde ve şirketlerde kopyalanarak uygulanmaya başlanmıştı. 1980’lerde ABD ve Avrupa’daki işletmelerde yönetim modelinde yaşanan bu değişim, ülkemizde de rekabet gücünü arttırmak, ürün kalitesini yükseltmek ve üretim maliyetlerini düşürmek mecburiyetinde kalan işletmeler arasında 1990’lardan itibaren hızla yaygınlaştı. Birçok büyük işletme söz konusu teknik ve yaklaşımları uygulayarak kalite ve verimliliklerini yükseltmeyi amaçladılar, yönetim anlayışlarını yenilediler, ürün ve süreçlerinin kalite seviyelerini belgelemek amacıyla uluslararası kalite sertifikaları aldılar. Bir diğer anlatımla; “küresel rekabet” ülkemiz sanayisi açısından bir “elek” görevi gördü; kalite dönüşümünü başarabilen işletmeler hayatlarına devam ederken,  bu değişimin gerisinde kalan işletmeler pazar paylarını hızlı bir şekilde kaybettiler.

2000’lerin başından günümüze kadar gelen süreç ise ülkemiz sanayicileri açısından yeni bir rekabet stratejisinin ve dolayısıyla yeni bir dönüşüm ihtiyacının yoğun olarak hissedildiği bir dönem oldu. Öncelikle 2001 yılında yaşamış olduğumuz ulusal çaplı ekonomik kriz, ardından 2008 yılında ABD merkezli ortaya çıkan küresel kriz ve bugünlerde AB üyesi ülkelerde yaşanan derin ekonomik çalkantılar ve yeni bir küresel krizin yakınımızdaki ayak sesleri, önceki yıllarda iç pazarda, daha sonra ise küresel pazarlarda talep daralmasına sebep oldu. Başka bir değişle, 2001 yılı krizi sonrası değer kaybeden Türk Lira’sının da etkisiyle ihracata yönelen ve bu şekilde krizden çıkış yollarını bulmuş olan sanayici, ilerleyen yıllarda küresel pazarlardaki alım gücünün ve talebin düşmesi ile yeni sorunlarla baş başa kaldı.

Aynı dönemlerde Türk sanayicisi için yaşanan bir başka olumsuz gelişme de, Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya ve Doğu Avrupa ülkelerinin hızla artan rekabet güçleri oldu. Bu rekabet gücü öncelikle bu ülkelerdeki “düşük iş gücü maliyeti” avantajına bağlıydı. Çin’de üretilen bir malın üretim maliyeti ve dolayısıyla satış fiyatı, iş gücü maliyetlerinin göreceli olarak çok daha düşük olması sebebiyle küresel pazarlarda çok daha avantajlıydı. Bu durum, çok uluslu şirketlerin de 2000’lerin ilk yıllarında üretim, takip eden yıllarda ise Araştırma-Geliştirme (AR-GE) faaliyetlerini Çin, Hindistan, Polonya, Slovakya gibi ülkelere kaydırmalarına sebep oldu.

Ancak Çin ve Hindistan gibi ülkelerin rekabet avantajları sadece düşük işgücü maliyeti ile sınırlı kalmadı. Son 10 yıllık dönemde bu ülkelerde kaliteli insan kaynağı yetiştirmeye, eğitimin kalitesinin arttırılması ve yaygınlaştırılmasına yapılan yatırımların ve “yaparak, taklit ederek öğrenme” gibi faktörlerin de etkisiyle, sadece “teknolojiyi kullanma” alanında değil, “teknolojiyi üretebilme” konusunda da rekabet gücü açısından önemli sıçramalar gerçekleştirildi. Bu gelişmelerin Türk sanayicisi için etkisi; daralan küresel pazarlarda çok daha güçlü ve yenilikçi rakipler ile rekabet etme zorunluluğu olarak ortaya çıktı.

İşte bu süreçte, Türk sanayicisi “kalite” ve “verimlilik” dışında (ancak yine bu kavramlara bağlı olarak) bazı yeni kavramların gerekliliği ile tanıştı; “yüksek katma değer” ve “inovasyon – yenilik”.

İnovasyon Süreci Nasıl Gerçekleşir?

İnovasyonlar genellikle uzun, karmaşık, bilinmezliklerle dolu, belli bir başarı formülünün her koşulda geçerli olmadığı süreçlerin sonunda gerçekleşir. İnovasyonun ilk adımı belli bir ihtiyacın, problemin ya da fırsatın tespit edilmesidir. İkinci adımda bu ihtiyaca, probleme, fırsata cevap verecek yenilikçi, yaratıcı fikrin geliştirilmesi gerekmektedir. Üçüncü adımda bu yaratıcı fikir belli analizler, testler, değerlendirmeler sonucunda projelendirilir. Dördüncü adımda, geliştirilmiş olan proje bir uygulanabilir bir ürün, hizmet, süreç ya da yöntem haline getirilir. Beşinci adımda bu ürün, hizmet ya da sürecin ticari – pazarlanabilir hale getirilmesi hedeflenir. Son adımda ise ticarileşmiş olan çözümün kullanıcı deneyimleri ve geri bildirimleri ışığında değerlendirilmesi, geliştirilmesi ve revize edilmesi gerekmektedir.

Tüm bu adımların her birinde sürekli bilgi paylaşımı ve etkileşim gerekmektedir. Tüm bu adımlar döngüsel bir işleyişi gerektirir ve ortaya çıkan yeni ihtiyaç alanları sonrasında inovasyon süreci bir kez daha başlamış olur. Özetlemek gerekirse; inovasyon süreci için yenilikçi ve yaratıcı bir fikir tek başına yeterli olmamakla beraber, yaratıcı fikrin üretilmesi sürecin ilk ve en temel adımlarından biridir. İnovasyon süreci; ihtiyaçların – sorunların tespit edilmesini, yenilikçi fikirlerin geliştirilmesi, fikirlerin projelere dönüştürülmesi, projelerin belli stratejiler ışığında uygulamaya dönüştürülmesini, farklı disiplinlerin, yetkinliklerin ve bilgi alanlarının bir araya gelmesini gerektiren, uzun, karmaşık ve kapsamlı bir süreçtir.

İnovatif fikirlerin, projelerin, ürünlerin nasıl ortaya çıktığını açıklayan farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. İlk yaklaşım, inovasyonun temeline bireyi koyan, yaratıcı düşünmenin kaynağını bireysel olarak mucitler ve girişimciler olarak açıklayan yaklaşımdır.  Bu yaklaşımın kökeni ünlü ekonomist Joseph Schumpeter’in ilk dönem fikirlerine dayanmaktadır. İkinci yaklaşım ise J. Schumpeter’in ikinci dönem fikirlerinin yansıması olarak, inovasyonun temeline büyük küresel şirketleri, bilimsel laboratuvarları ve bilim insanları koyan yaklaşımdır. Üçüncü ve daha güncel bir yaklaşım ise, yeniliklerin ne bireylerin ne de bilim insanlarının ve araştırma laboratuvarlarının / kuruluşlarının dış dünyadan izole şekilde gerçekleşmediğini, ancak farklı fikirlerin, farklı disiplinlerden uzmanların, farklı seviyelerdeki profesyonellerin, kullanıcıların, üreticilerin, tasarımcıların etkileşimleri ve işbirlikleri ile gerçekleşebileceğini savunan yaklaşımdır. Bu yaklaşım aynı zamanda günümüzün karmaşık, çok disiplinli inovasyonlarını ve inovasyon süreçlerini de en iyi açıklayan yaklaşımdır.

Bir başka önemli konu da, inovasyon sürecinin sürekli artan ve evrimsel bir bilgi birikimi gerektirdiğidir. Yaratıcı fikirler bir anda, ya da bir tesadüf sonrasında ortaya çıkabilir, ancak bu durum inovasyonun tesadüfi ve anlık bir rastlantı ile gerçekleştiğini göstermez, zira söz konusu tesadüflerin iyi okunabilmesi, değerlendirilebilmesi ve bir fırsata dönüştürülebilmesi, ancak belli bir bilgi, tecrübe ve gözlem birikimi ile mümkündür. Louis Pasteur’un dediği gibi, şans sadece “hazırlıklı beyinlerin” yanındadır.

Başarılı ve başarısız inovasyonlar

İnovasyon süreçlerinin kurumlardaki yönetimi ile ilgili sıkça rastlanan bir yanılgı, en önemli adımın “yaratıcı fikir üretme süreci” olduğudur. Hiç şüphesiz yaratıcı ve yenilikçi fikirlerin üretilmesi inovasyon sürecinin en önemli adımlarından biridir, ancak farklı sektörler ve işletmelerde yapılan bilimsel araştırmalar, firmaların inovasyon yeteneklerinin önündeki en büyük engelin sanıldığının aksine “yeni fikirler üretilememesi” olmadığını, fakat üretilen fikirlerin değerlendirilmesi, seçimi, projelendirilmesi ve hayata geçirilmesi süreçlerinde yaşanan zorluklar olduğunu ortaya koymaktadır.

“Başarılı inovasyonları” sadece “teknik üstünlük” ile açıklamak da mümkün değildir. Başarılı inovasyonların arkasında, doğru zamanlama, müşteri taleplerini ve ihtiyaçlarını uygun ve vizyonel yaklaşımlarla çözme, müşterinin hem rasyonel hem de duygusal beklentilerini karşılama gibi unsurlar yer almaktadır. Başarılı inovasyonlar için her koşula uygun ve işleyen formüllerin / modellerin” geliştirilmesi de ne yazık ki mümkün değildir; kurum içi ve kurum dışı koşullardaki değişimler her defasında farklı inovasyon stratejilerinin geliştirilmesini gerektirmektedir. Ancak her koşulda inovasyon performansını güçlendirecek bazı “yönetim yaklaşımlarını ve ilkelerini” tanımlamak mümkündür.

İnovasyon İçin Nasıl Bir Yaklaşım ve Kültür?

İnovasyon; “sistematik bir yönetim yaklaşımını” ve herşeyden önce bu yaklaşımı destekleyecek bir kurum kültürünü ve organizasyon yapısını gerektiren bir süreçtir. Kültür kavramını bir topluluğun “ortak değerleri, inanışları, iş yapış yöntemleri ve yaklaşımları” olarak tanımlarsak, bir kurumun inovasyon kapasitesinin, o kurumun kültürüne bağlı olduğunu da açıkça görebiliriz. Kurum kültürü yeniliklere, farklılıklara, değişimlere, öğrenmeye ne derece açık, bireylerin kendilerini ve bilgi kapasitelerini geliştirmelerine ne derece önem veriliyor ve imkan tanınıyor,  şirket içinde bilgi paylaşımı ne derece destekleniyor, özendiriliyor ve ödüllendiriliyor, çalışanların ve müşterilerin fikirleri ve tecrübeleri ne derece önemseniyor ve ürünlere / hizmetlere yansıtılıyorsa, o şirketin inovasyon kapasitesi de o derece yüksek olmaktadır. Üstelik inovasyon kapasitesi sadece şirket içi kültürle değil, ülke kültürüyle de son derece ilişkilidir.

“Birey” seviyesinde düşündüğümüzde ise, yenilikçi düşünce için en önemli unsurların “istek”, yani “motivasyon”, “merak” ve “cesaret” olduğu görülür. Fakat “yaratıcı ve yenilikçi düşünme” kapasitemizin ve yeteneklerimizin ne yazık ki tüm ömrümüz boyunca çoğunlukla azaldığını gözlemliyoruz. Bir çocuğun sahip olduğu “hayal gücü”, “öğrenme isteği”, “merak” ve “deneme cesareti”, yıllar içerisinde yavaş yavaş kayboluyor. Bireysel farklılıklar göz ardı edilerek standartlaştırılmış, “belli seçenekler arasından mutlak doğruyu belirleme” mantığı üzerine kurgulanmış, “deneyerek ve yaparak öğrenme” yerine “okuyarak öğrenme” yaklaşımını temel almış, farklılıkları cesaretlendirmek yerine onları “standartlaştırmayı” amaç edinmiş eğitim anlayışımız ne yazık ki bu sorunun temel sebebi. Hepimiz eğitim sürecinin hemen hemen her aşamasında, ne kadar aksi iddia edilse de, belli “öğretileri”, “kuralları”, “doğruları” öğrenmek, kabul etmek ve “sürdürmek” üzere yetiştiriliyoruz. Öyle ki, “yaratıcı düşünme yöntemleri” konusu sadece “üstün zekalı çocuklara” verilen eğitim içeriğinde yer bulabiliyor, zira “normal çocukların” böyle “özel eğitimleri” haketmedikleri ya da başaramayacakları varsayılıyor.

Oysa ihtiyacımız olan; farklı fikirlere açık, “doğru” olarak kendisine dayatılanları sorgulayan, alternatifler öneren, birden fazla doğru olabileceğini düşünen, kendisine sunulanla yetinmeyip yeni fikirler geliştiren ve yenilikçi projeler üreten, bu projeleri hayata geçirmeye ya da en azından denemeye cesaret eden bireyler ve bu bireylerin oluşturduğu bir toplumsal kültür. Özellikle genç nesillere, henüz sahip oldukları kapasiteyi kaybetmeden, şunu anlatmamız gerekiyor; “Yaratıcı düşünme, herkesin doğuştan sahip olduğu bir yetenektir”.

Olumlu tarafta ise, son yıllarda ülkemizde “yaratıcılık”, “yenilikçilik”, “inovasyon”, “girişimcilik” gibi konulara olan ilginin hızla artmakta olduğunu söyleyebiliriz. Önceki bölümlerde de belirtildiği gibi, bu konular hem iş dünyasında hem de akademide çok daha fazla konuşulmaya, tartışılmaya, dikkate alınmaya başlandı. İş dünyasında, çalışanların bireysel yaratıcılıklarını ve kurumsal inovasyon kapasitelerini geliştirmek üzere önemli yatırımların yapıldığını görüyoruz. İnovasyon kapasitesinin göstergeleri olarak kabul edilen; eğitim yatırımları, AR-GE destekleri ve yatırımlarının milli gelire oranı, patent sayısı, bilimsel makale sayısı gibi ölçütlerde önemli bir artış gözlenmekte. “Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı”, TÜBİTAK, KOSGEB gibi devlet kurumları tarafından “girişimci fikirlere” ve “AR-GE faaliyetlerine” verilen destekler, özel kurumlar tarafından düzenlenen “yenilikçi fikir yarışmaları” şimdiye kadar hiç olmadığı kadar fazla. “İnovasyon” konusunun artık hem ülke yönetiminin hem de iş dünyasının gündeminde daha önemli bir yer edindiğini söyleyebiliriz.

Sonsöz yerine …

Yaratıcı fikirler, çözümler üretmek ve onları hayata geçirmek, “fayda yarattığını” görmek sadece “daha fazla para kazanmak” anlamını taşımaz ve sadece böyle bir motivasyonla gerçekleşmez. Yenilenme ve yeni çözümler üretme, doğadaki “evrimin” bir gereksinimidir, bir hayat felsefesidir, hergün farklı hazları almayı, bir adım ileri gitmeyi, denenmemiş olan denemeyi, bilinmeyeni öğrenmeyi, merak edilene ulaşmayı sağlar. Yaşamın rutin ve standard hale gelmesi ihtimaline, kurallara, varsayımlara karşı bir başkaldırıdır. Aynı zamanda keyif almaktır, eğlenmektir, sorgulamaktır, herkesin baktığı yöne herkesin baktığı gözlerle bakmamaktır, farklı olmaktır. Herkesin baktığı resimden farklı detayları çekip çıkartabilmek ve onlardan keyif almaktır. İnsanlığa fayda ve değer yaratacak yeni çözümler geliştirmektir.

 

 

admin

Yorum Yazın